Vatana Dönüş - 1990

img331.jpg

Kırım'da İlk Hıdırlez - 1990

img505.jpg

Hatıralar

Anlatan : Olga KORNİYASENKO  Hazırlayan: Ebru MANGA

Benim adım Olga Korniyasenko. Ben Kırımlı bir Rus kadınıyım. Bahçesaray'ın Tavbadrak köyünde, 22 Haziran 1916'da doğdum. Ailem ve ben, bu köyde Kırım Tatarlarıyla, onlar sürgün edilene kadar beraber yaşadık.

Karalez köyünde 1933 senesinde Kırım Tatar mektebinde öğretmenlik yaptım. Zaten bu köyde okudum. Dört sınıf bitirdim, İlk ay Rusça, Latince okudum. Sonra öğretmen oldum ve evlendim. Son olarak 1935 senesinde kolhoz'da çalıştım.

Benim Kırım Tatarcam çok iyidir. Çünkü Kırım Tatarlarıyla beraber yaşadığımız bir köyde doğdum. Sürgünden sonra, sürgün edilen Kırım Tatarlarıyla hep mektuplaştım. Onlar bana oralardan mektup yazıyorlardı: "Soyumuz, sopumuz nasıl, neredeler?" diye soruyorlardı. Ben de onlara Latince, Kırım Tatarca, Rusça mektup yolluyordum. Şimdi Kırım Tatarcam biraz zayıfladı.

Benim Kırım Tatar akrabalarım var. Eşimin ablası bir Kırım Tatarı ile evlendi. Müslüman oldular. Şimdi hepsinin çocukları var. Kimileri Kırım'a göçüp geldi. Çadır şehirlerde yaşıyorlar. Onlar sürgün sırasında Semerkand'da kaldılar. Ben Rüsum, akrabalarım da Rus, ama onları da sürgüne yolladılar. Çünkü balalarından, aqaylanndan ayrılmak istemediler. Rus oldukları için hükümet onları sürgün etmeyecekti. Üç çocuğunu onun yanında bırakacaklardı. Üç çocuğunu ise kocası ile sürgüne göndereceklerdi. Fakat o bunları dinlemedi, "balalarım nereye giderse, ben de oraya giderim" dedi.

Soylarım 1944'te sürgünlüğe gitti. 1968 senesinde öldü. Kırım'a köyüne kesin dönüş yapamadı. Ancak misafir olarak geldi.

Sürgüne gönderilen Kırım Tatar aqaylanndan Tavbadrak köyüne dönenler oldu. Ama onları sonra gene geri gönderdiler.

Alman işgali esnasında partizanlar köyümüzde üç Almanı öldürdüler. Almanlar bunun üzerine köyümüzden yirmi beş tane masum insanı sebepsiz yere kurşuna dizdiler. Hepsi 17-18 yaşlarından oluşan genç çocuklardı. Hepsi bizim köyün delikanlılarıydı. Şimdi onların hatırasına bir anıt yapıldı.

Sürgün gününü hiç unutamadım. Çünkü biz de çok korkmuştuk. 18 Mayıs 1944 günü, köyümüze baskın yaptılar. Bize hiç bir açıklamada bulunmadılar. Gece saat dörtte yapakları bu baskında Rus olanları bıraktılar. Kırım Tatar olanları köyün başına çıkardılar. Bizim de kapımızı çaldılar. "Tatar mısın, yoksa Rus mu diye sordular?"

Sonra Kırım Tatar olanların hepsini kamyonlara yüklemeye başladılar. Bahçesaray'dakileri de sürmek için oraya yöneldiler.

Ben burada gördüklerimi, olup bitenleri yöneticilere yazdım. Haberleri olsun istedim. Askerliğe gidenleri, sonra Almanlar tarafından götürülenleri yazdım. Daha önemlisi, köyümde öldürülen balaları, insanları, aileleri onların çocuklarının isimlerini birer birer yazdım.

Biz 1944 senesine kadar Kırım Tatarlarıyla hep kardeşçe yaşadık. Bu olaylar olurken, biz de çok üzüldük, çok şaşırdık. Çünkü onlara alışmıştık. Neredeyse köyün tamamı Kırım Tatar ailelerinden oluşuyordu. Köyde yüz yirmi tane aile vardı. Bunların yedi tanesi Rus, yüz on üç tanesi Kırım Tatar ailelerinden oluşuyordu.

Kırım Tatarları sürgün edildikten sonra köy bomboş kaldı. Onların sığırı; ab, köpeği, kedisi ortada kaldı. Sonra onları da aldılar. Bizim sığırlarımızdan da alıp gittiler. Sığırlarımızdan biri buzağlayacaktı. Onlara buzağı var, sütü akıyor, danayı alayım dedim. Dinletemedim onu da alıp gittiler.

Biz de ondan sonra kolhoz'da çalışmaya başladık. Böylece zaman geçip gitti.

O zamanlar, yani sürgünden sonra KGB ve idareciler bize pek bir şey yapmadı. Ne zaman ki Kırım Tatarları gelmeye başladılar, onlar da bizi sıkıştırmaya başladılar. Çünkü hükümet onların geri gelmesini istemiyordu.

Bunların üzerine Gorbaçov'a mektup yazdım. Sonra da Gromıko'ya yazdım. Olup biteni bildirdim. Fakat o böyle bir şey duymadığını bildirdi. O zaman ben de "Özbekistan'da o kadar çok Kırım Tatar halkı var, onlara sorabilirsiniz ve bir yalanım varsa bana istediğinizi yapabilirsiniz" dedim. Sonra KGB'den bana bir daha böyle mektup yazmamamı bildirdiler. Ben de onlara doğru bildiğimi ve gördüklerimi yazdığımı, yalanım olmadığını bildirdim. Elimden geldiğince Kırım Tatar halkını savundum.

Sürgünden bir süre sonra hükümet Rus halkını Kırım Tatarlarının aleyhine kışkırtmaya başladı. Kırım Tatar halkını faşist olarak tanıttı. "Onlara inanmayınız, onlara yardım etmeyiniz" diyorlardı. Çeşitli provokasyonlar yaratıyorlardı. Meselâ bir Rus genci öldürüldüğünde, mitingler düzenleyip, bunu Kırım Tatarlarının yaptığını yaydılar. Bunun gibi Kırım Tatar halkından uzaklaştırıcı, soğutucu söylentiler yayıyorlardı.

Halbuki biz senelerce Kırım Tatarlarıyla aynı toprakları paylaşmıştık. Ben Tatarım, yok sen Russun diye bir ayrım yoktu. Zaten bizim köye 2 km. uzaklıkta bir Rus köyü vardı. Ama hiç bir zaman aralarında anlaşmazlık olmadı. İki köy daima çok iyi anlaştı. O vakitlerde toylarda Kırım Tatarlarıyla Ruslar beraber eğlenir, beraber kutlarlardı. İşte o zamanlar bizler de Kırım Tatar türkülerinden bazılarını öğrenmiştik. Bazılarının sözleri birer ikişer aklımda...

Aman, aman değirmenci

Canım, közüm değirmenci... 

... Ayaqayor, yaraqayor ......

100 bin saldat topladılar 

Men garibin başına 

Aqyardan da çıqğan

Çıqarayım men türünü

Yandı menim yüreciğim

Ah aneyim tütünü...

Bu şekilde devam ediyor.

Benim eşim tütünde çalışıyordu. Öleli on iki yıl oldu. Ben şimdi torunlarımla yaşıyorum. İki torunum var. Biri Akmescit'de, birisi de benimle oturuyor.

Biz Kırım Tatar halkı ile yıllar boyu birlikte kardeşçe yaşadık. Ta ki 18 Mayıs 1944 yılı faciası olana kadar. Ondan sonra da bir araya gelemedik. Ama şimdi bile olsa beni Kırım Tatar arkadaşlarım, komşularım arayıp bulurlar. Benim de onlara evim ve kapım her zaman açıktır.

Kırım Tatar sözünen aytqanda "Qapımız açıq, törümüz boş!"


Emel Dergisi , Sayı:205 Mayıs - Haziran 1995, Sf. 31

ÖLÜM KATARLARI

Yazan : Karp Gulak  Hazırlayan: Nail Aytar

1944 yılının Mayıs ayında Akyar'da Karadeniz kalesinin Alman işgalcilerinden kurtarılması şerefine yapılan top atışlarının tamamlanmasından sonra, içinde benim de bulunduğum (Yevpatoriya) Gözleve Kızılbayraklı 50. Muhafız Avcı Tümeni'nin askerleri uzak cephelere gitmek için hazırlıklara başlamıştı. Bir kaç gündür Voinka istasyonunun civarında Baltık ülkelerine gitmek için tren temin edilmesini bekliyorduk. Fakat bir türlü vagonları vermiyorlardı. Uzun bekleyişlerden sonra kendi imkânlarımızla Snigurivki istasyonu rayonuna gitme emrini aldık. Rotamız Herson üzerinden kuzey istikametine doğruydu. Bir gün sabahın erken saatlerinde bir trenin sinyal düdüğünü duyduk ve çok geçmeden demiryolunun viraj noktasında trenin kendisi de göründü. Askerlerden birisi: “Trenimiz geldi, bize ise kendi imkânlarımızla gideceksiniz denmişti” dedi. Fakat tren durunca içinden, bizim bir zamanlar haki renkli olan cephe üniformalarımızdan çok farklı görünen yepyeni üniformalar giymiş, otomatik silâhlı askerler çıktı. Önlerinde “Nereye gidiyorsunuz? Vagonların yanından çekilin” diye bağırarak silâhını bize doğrultan genç bir teğmen vardı. Vagonlardan ise ağlama sesleri, anlaşılmayan yanık sesler, inlemeler ve haykırışlar geliyordu. Şimdi Kazan'da yaşayan Kazan Tatarı asker Raif İsmailov yavaş bir sesle, “Kavga ediyorlar, birilerine soğuyorlar” dedi. Leningradlı subay Volohov kendinden çok genç, oğlu yaşlarındaki binbaşıya, “Binbaşı arkadaş, vagonlardaki insanlar su istiyorlar, izin verin onlara su verelim” dedi. Binbaşının cevabı ise kısaydı: “Onlar insan değiller, onlar hainler.” Arkasından da çok kaba bir üslûpla “Gidin burdan” dedikten sonra, bana dönerek “Bana kumandanınızı çağırın” emrini verdi.

Benim çağırdığım tabur karargâhımızın kumandanı muhafız yüzbaşı Avilov gelerek askerî hiyerarşiye uygun bir şekilde, “Buyurunuz binbaşı arkadaş” dedi. Binbaşı ona, “Silâh kullanmamızı istemiyorsanız derhal askerlerinizi alıp buradan gidin. Bana üstlerimden böyle emir verildi” dedi, Ardından da bazı silâh sesleri duyuldu. Bunlar ihtar atışlarıydı.

O sırada meseleyi anlayan bizim askerlerimiz fakir azıklarından çıkardıkları peksimet, ekmek ve şeker parçacıklarını hayvan vagonlarının yüksek ve dar pencerelerine uzatıyorlar, yarı aralık kapılardan su kaplarıyla içerdekilere su veriyorlardı. Buna kızan binbaşı “Bu iş güzellikle bitmeyecek, derhal bana Smerş** temsilcisini çağırın” diyerek trenlerin harekete hazırlanması emrini verdi. Pavel Avilov Smerş temsilcisi muhafız yüzbaşı Kokovkin'in komşu köyde olduğunu söyledi. Ardından binbaşı Kırım Tatarlarına yardım eden Volohov'u ve Sibiryalı Kuzakov'u işaret ederek “Bunun ve bunun adlarını söyleyiniz” dedi ve olanlar için kumandanlığa bir rapor yazılmasını istedi. Volohov ve Kuzakov askerlerin içinden ayrılarak bir kenarda beklemeye başladılar. Bizim kumandanımı: Avilov askerlere ceza verilmemesini rica etti. Genç kumandan önce uzun süre razı olmadıysa da, sonra bloknotundaki isimlerin yazılı olduğu say fayı yırtarak attı.

İçimizdeki en yaşlı asker olan telefoncumuz Leningradlı Volohov'un “Ölüm Katarı” ismini verdiği katar hızını arttırıyordu. Dar ve pis kokulu vagonlardan duyulan çocukların ve kadınların sesleri yüreklerimizi bıçakla keser gibi yaralıyordu. O ana kadar dahî liderlerimizin haklılığın can ve yürekten inanagelmiş bu yaşlı Komünist Partisi üyesi asker gözlerinden yaşlar damlayarak “Bunlar nasıl düşman olur?” diye sorarak gen kendi cevap verdi “Muhasara altındaki Leningrad'da yaşayan çocuklarımı faşistlere nasıl düşman iseler, bunlar da bize öyle “düşman”dırlar. Orada faşistler vardı, burada ise kendimizinkileri, suçsuz insanları yok ediyorlar”.

Binbaşının isimleri yazdığı kâğıdı yırttığını gören İvan Kuzakov “Galiba bir belâdan kurtulduk” dedi. Volohov ise moral bozukluğu ile, “Be öyle düşünmüyorum; bu çocukların hafızası iyi, kolları serttir. Tezkereyi yırttı ama adları aklında tutuyor” diye fikrini söyledi. Nitekim, arada bir kaç gün geçmeden Volohov ve Kuzakov yine aynı yerde, Voinka'da Alay Kumandanı'nın siyasî konularla ilgili yardımcısı Brodskiy ve Smerş temsilcisi Kokovkin'in önünde esas duruşta durarak “halk düşmanları”na yani Kırım Tatar çocuk ve kadınlarına neden yardım ettikleri konusunda sorgudaydılar. Binbaşı Brodskiy çok hiddetliydi, ama her işi düşünüp taşınıp yapan Kokovkin bu işten çıkış yollarını araştırıyordu. Ve buldu da. Tam o sırada yakınlarda bir yerde bir el bombasının patladığı işitildi. Oralarda otlamakta olan bir at el bombasına basmış ve telef olmuştu.

Kokovkin Volohov ve Kuzakov'a dönerek, “İşte at öldü, sizler ise atın otladığı yerin yakınında bulunduğunuz için yaralandınız. Sizi revire yollarız, yaralarınızı tedavi ederler.” Brodskiy'nin itirazına rağmen, Kokovkin sorumluluğu üzerine alacağını söyleyerek “İnsaniyet ve merhamet duygularını cezalandırmak mümkün değildir. Siz de biliyorsunuz ki, onlar en azından ceza taburuna gönderilirler” diye ekledi.

Volohov hüngür hüngür ağlıyordu: “Bu nasıl şey, çocukları ölüme götürüyorlar onlara su vermek bile yasak. Aynı Leningrad'da faşistlerin yaptığı gibi çocukları yok ediyorlar.” Vefatından önce Sergey Petroviç Kokovkin bana yazdığı ve hayatındaki son mektubu olan mektubunda o dehşetli olayları hatırlatarak “Biz o zaman Kırım'da bir yanlışlık yaptık” diye yazarken bir bakıma günahlarından arınmak ister gibiydi.

Ölüm katarları ise Sibirya'ya, Kazakistan'a, Özbekistan'a sürgün edilen Kırım Tatarlarını taşıyorlardı. Bütün bir halkı “satılmışlar” diyerek cezalandırıyorlardı.

Savaştan sonra biz 24. Muhafız Tümeni mensupları her yıl Gözleve'de şehrin kurtuluş günü bir araya geliyorduk. Kırım'dan sürgün ve “halkların dostluğu” şiarı altında yapılan soykırım meselesini sık sık konuşuyorduk. Ağır Topçu Bataryası'nın sabık kumandanı ve Lugansk Pedogoji Enstitüsü hocası Aleksey Andreyeviç Mihho bir kaç kere şöyle demişti: “Bu nasıl şey? O vakitlerde Kırım'da bizim ordu, 2. Muhafız Ordusu, 51. Muhafız Ordusu, Özel Primorsk Ordusu, Karadeniz Filosu ve çeşitli özel birlikler bulunmaktaydı. Yüz binlerce asker ve subay vardı. Biz o zaman herkesi 'Sen kimsin? Almanlara hizmet ettin mi? Cevap ver!' diye sorgulayabilirdik. 'Eğer hizmet etmediysen rahat yaşayabilirsin' diyebilirdik. Bu sürgün meselesi bizim Perekop'a [Orkapı'ya] hücum edip orayı ele geçirmemizden çok önceleri Kremlin'de plânlaştırılmış olmalıdır.”

Biz çoğu halde “dahî liderlerimizin” canavarlık iradesini hayata geçiren kör adamlardık. Zamanında Ukrayna'da ve Kuban'da söz dinlemeyen, kolhoza girmekte acele etmeyen köylüleri yok eden, Kırım, Kalmukistan ve Kuzey Kafkasya halklarını İkinci Dünya Savaşı yıllarında soykırıma uğratanlar bu dahi liderlerimizdir. Bu bakımdan, sizler totaliter dönemde çok zarar gören insanlar biz başkalarının kör icracılarını bağışlayınız. 18 Mayıs 1944 tarihinde Kırım'dan sürgün edilen halkların ' hatırasına yaktığım meşalem, bugün geri dönebilen Kırım Tatarlarına küçük bir adalet kıvılcımım, benim yürek yanığımdır. Hem Kırım'a geri dönenler, hem de Sibirya, Kazakistan, Özbekistan yollarındaki küçük tren istasyonlarının etrafındaki, gamlı ölüm katarlarının geçtiği bütün yollar boyunca yeri belirsiz kabirlerde yatanlar bizleri bağışlayınız. Artık hür ve mutlu yaşayın Kırım sakinleri!


Emel Dergisi , Sayı:216

* “Sürgün Hatıralarından” başlıklı bölümümüzde bu sefer yayınlanmakta olan hatıranın özelliği, öncekilerin aksine, sürülenler değil, sürenler arasında bulunmuş birisine ait oluşudur. Hatıranın yazarı Karp Gulak 1944'de Kızıl Ordu'daki Kızılbayraklı 24. Yevpatoriya (Gözleve) Tümeni'nde takım kumandan yardımcısıydı. Kırım Tatar Türkçesinden Türkiye Türkçesine aktardığımız bu hatıranın orijinali Akmescit'te yayınlanan Yanı Dünya gazetesinin 7 Temmuz 1995 tarihli nüshasında derc olunmuştur (Nail Aytar).

**Smerş: Sovyet askerî karşı casusluk teşkilatı; Rusça Smert şpionam [Casuslara Ölüm] sözlerinden gelir (Hazırlayanın notu).

Yalıboyu’ndan Özbekistan Çöllerine

Anlatan : Arire Nezetli İDRİSLİ – Hazırlayan: Neşe SARISOY

1928 yılında Kırım’ın Yalıboyu’ndaki güzel Simeiz’de doğdum. Sürgün edildiğimizde 15 yaşındaydım. O günler, birinci gününden son gününe kadar, hep aklımda. Nasıl unutulur ki o günler? İstesem de unutamıyorum.

Sürgünden bir gün önce her şey sakindi. Pek çok evde olduğu gibi bizim evde de cepheden gelen izinli Rus askerleri yaşardı. 17 Mayıs 1944 günü evimizde büyük bir temizlik yapmaya başladık. Her şeyi yıkıyor, siliyor süpürüyorduk. Bizim bu çalışmalarımızı gören Rus askerleri “Niçin yapıyorsunuz böyle bir şeyi? Ne gerek var? Ya birden buradan çıkarılırsanız boşuna yapmış olmayacak mısınız?” dediklerinde, ben “Ömrümde bir yere gitmedim. Babaannem de hayatında hiç tren görmedi. Bir kere bile seyahat etmedi. Niye gidelim ki durup dururken?” diye onlara soruyla cevap veriyordum. Başka bir şey söylemediler, sürüleceğimize dair bir tek kelime etmediler.

18 Mayıs sabaha karşı saat dört veya beş civarıydı. Askerler geldi evimize:

– Çıkın, çabuk, çıkın!

– Niçin? Ne oldu? Nereye?

– Çıkın çabuk hazırlanın! Yolcusunuz!

– Ne yolcusu? Niçin?

– Hainsiniz siz! Sovyet Hükûmeti’nin kararı bu! Çabuk, sallanmayın! Çabuk çıkın!

Şaşkındık. Sersem gibiydik. Büyük bir kaos yaşanıyordu. Evde beş kişiydik. Teyzem avluda ağlıyor, “Bizleri öldürecekler! Kefenlerinizi alın! Bizleri öldürecekler! Kefenlerinizi alın!” diye bağırıyordu. O gün, hatırımdadır, çok tuhaf bir olay da olmuştu. O gün bir fırtına vardı Simeiz’de. Rüzgâr uğulduyor, ağaçları sarsıyor, kimi ağaçların dalları kopuyordu Rüzgârın, ağaçların uğultularına, köpeklerin acı acı havlamaları ulumaları (Arire hanım da ağlıyordu. Nasıl ağlamasın ki?) ineklerin böğürmeleri ve bizlerin feryatları karışıyordu. O günün sesleri… Tarifsizdi o günün feryadları… Korkunçtu… Ardından dolu yağdı, iri iri dolulardı Biz ağlamadık yalnızca. Sanki, bizimle beraber gök ağladı, hayvanlarımız ağladı. Ağaçlarımız ağladı..

Bizleri Akmescit’e getirip hayvan vagonlarına doldurdular. 28 gün yol gittik. Bütün yol boyunca bir kere yemek verdiler, Sarıtav (Saratov)’da. Bazılarımız yanına yiyecek bir şeyler alabilmişti. Bazılarının unu vardı, pişirip bize de verirlerdi. Vagonumuz o kadar doluydu, o kadar sıkışıktı ki ayaklarımı uzatamıyordum. Vagonumuzda ölenleri yol kenarına bırakıp gittik, gömemedik. Semerkand’a getirdiler, stadyuma topladılar. Yanımıza alabildiğimiz eşyaları, bohçacıklarımızı bir kenara topladılar. Bizleri tüfeklerle ite kalka hamama götürdüler. Anlatılır gibi şeyler değildi. Bizleri dipçikliyor, küfürler ediyor ve üzerimize ilaçlı kaynar su atıyorlardı. Kaynar suya dayanamayıp ölenler oldu. Kaynar sular… (Yanaklarından akan ince ince yaşlar sel oldu burada Arire Hanım’ın. Bir süre hıçkırıklardan dolayı konuşamadı.)

Hamamdan sonra yine stadyuma getirdiler bizleri. Biz dönene kadar bohçalarımız, eşyalarımız karıştırılmış, işe yarayacaklar yağmalanmıştı. Eşek arabalarına koyup köylere dağıttılar. At ahırlarında yattık. Ne yorganımız, ne döşeğimiz vardı. Günlerce, haftalarca yerde, yattık. Oradaki ağır şartlarda, pek çok insanımız hastalandı, pek çoğu öldü. Yeterli yiyecek verilmezdi. Ağır işlerde çalıştırılırdık. Yaşlı kadınlarımız, hep Kırım hasretini anlatırlardı; pek çoğu son günlerini yaşarken, son nefeslerini vermeden, bir yudum dahi olsa Kırım’ın suyunu içmek isterlerdi. Bir yudum, bir yudumcuk Kırım suyu olsa, içsem, rahat ölebilirdim, derlerdi.

Bir gün bir kadıncağızla oğlunu çakallar yemiş. Aç çakallar. Oğlancağızı ayakkabılarından tanıyabildik. Bu olaydan üç gün sonra cepheden babası geldi. Selâm verdi. (Burada Arire hanım yine kendini tutamadı, hıçkırıklara boğuldu.) Askerden gelen bu yiğit selâm verdikten sonra, Cemaat” dedi, “Benim karım Anife, oğlum Server’i görenleriniz tanıyanlarınız var mı? Fotisalalı idiler? Kim biliyor?” Hiç kimse bir şey diyemedi, hiç kimse sesini çıkaramadı. Nasıl densin çakallar yedi diye.

Sonra bir kadıncık, yaşlı bir kadıncık; “A balam!… Allah …… Allah sana sabırlar versin! Yazımız böyle imiş… Allah rahmet eylesin!….. ” dedi ve anlattı. O, cepheden gelen yiğit adam, gözlerimizin önünde kendini yere atıp öyle bir ağladı, öyle bir dövündü, öyle bir yerleri tırmaladı ki dayanılır şey değildi. Sonra adamı, o yiğiti kaldırdılar yerden, su verdiler, biraz olsun teskin etmeye çalıştılar. Adamcağız yerden kalktığında saçları bembeyaz olmuş, çökmüş, bir anda ihtiyarlamıştı.

Şimdi düşünüyorum, yaşadığımız bu facialara, dehşetli günlere rağmen nasıl sağ kalabildik, nasıl olup da Vatanımız Kırım’a dönebildik diye? Bunun bir tek açıklaması var o da birlik. İsmail Bey Gaspıralı’nın bize miras bıraktığı birlik. Biz birbirimizi koruyarak, birbirimizle dayanışarak, ekmeğimizi paylaşarak, birlikte mücadele ederek bugünlere gelebildik. Burada adını anmadan geçemeyeceğim bir kişi var. Gafur ağa. Kemaneci idi. Sürgün günlerinin o ağır, o dayanılmaz, pislik ve açlık içinde geçen günlerinde bize kemanesiyle kaytarmalar çalardı. 5 dakika olsun onunla güler, hiç olmazsa gülerek ağlardık. Bize “Qorqmañ balalar, bir kün Vatanğa qaytarmız, şen qaytarmalar çalarmız” diye sürekli moral ve kuvvet verirdi.

Allah’a şükür her şeye rağmen dimdik ayakta kaldık. Millet olarak yok olmadık. Şimdi de halimiz ağır. Ama birlik beraberlik içerisinde bu günleri de geçeriz inşallah!


Emel Dergisi , Sayı:210 Eylül – Ekim 1995, Sf. 36