- Ayrıntılar
- Kategori: Sürgün Hatıraları
Vatan'a Dönüş
Anlatan : Fatma ŞEVKETOVA
Ben Aluşta'ya bağlı Kızıltaş köyünde doğup orada büyüdüm. Bizim köyümüzde Cafer Seydahmet Kırımer ve Dağcılar da yaşıyorlardı.
18 Mayıs 1944 tarihinde evimizdeydik. Sabahleyin çok erken saatlerde iki asker tüfekleriyle kapımızı çalarak bizi uyandırdılar, kapımızı açıp çıktık. Bize "Hemen çıkın dışarı!" diye bağırdılar. Ben önce biraz direnmek istedim ve "Niçin çıkıyoruz, burası bizim evimiz" dediysem de, beni dinlemediler ve "hayır, artık burada yaşayamayacaksınız, sizi buradan çıkarıyorlar." dediler. Bizi elimizden tutup dışarı attılar. Ben kapıyı kilitleyip, anahtarı cebime koymak istedim. Fakat onlar elimden anahtarı aldılar ve "Artık burada yaşamayacaksınız, niçin anahtarı alıyorsunuz?" diye beni hırpaladılar. Benim üç tane kardeşim vardı. Hepimizi ittire kaktıra evden çıkardılar. Yanımıza giyecek veya yiyecek almamıza müsaade etmediler. Küçük kardeşimin elinden tutarak aşağıdaki mağazanın altındaki bağın içine, hepimizi topladıkları yere gittik. Orada epey bir zaman oturduk. Sonra bizleri kamyonlara bindirdiler ve Aypetri'den Süren'e götürdüler. Orada bizi hayvan vagonları bekliyordu ve bu vagonlara hepimizi doldurdular. Bir vagonun içinde 15-20 aile vardı ve hepimiz oturmak zorundaydık. Kımıldamak için bile yer yoktu. Tabii ki yatmamız da mümkün değildi. Üstümüze örtecek bir şeyimiz, yiyecek yemeğimiz yoktu. Böylece, 20 gün süren yolculuktan sonra Özbekistan'ın Begavat şehrine geldik.
Bizleri bu şehirde fazla tutmadılar. Kamyonlara doldurarak kerpiç yapmamız için Zavat denen yere götürdüler. Orada şartlarımız çok körüydü. Ağabeyim, babam, annem orada öldüler. Ben bir sene sonra orada evlendim. Beş tane çocuğum oldu, onları evlendirdim.
Şimdi de vatanımda, kendi köyümde öleyim diye Kızıltaş köyüne döndüm. Benimle beraber çocuklarım, gelinlerim, damatlarım hepsi geldiler.
Burada halimiz çok kötü. Kırım Tatarları'nın yaşadıkları yerler çok Kötü. Bizlere yardım edecek kimse yok. Bazı Kırım Tatarları ekmek bile alamıyorlar. Dış dünyadaki vatandaş, soydaş ve dindaşlarımızdan yardım bekliyoruz.
1945 yılında Taşkent'deki Enstitü'ye gidip imtihana girdim, imtihanı kazandığım halde Kırım Tatarı olduğum için beni almadıkları gibi izinsiz imtihana girdiğim için beş gün hapsedildim.
Ben ortada perişan bir halde kalınca beni bizim Tatarlar'dan Süleyman Veli ile evlendirdiler. Süleyman Veli bizim gibi sürgün edilerek gelmemiş, orduyla gelmişti. O yüzden bizim gibi ikâmet mecburiyeti yoktu. Çok iyi, bilgili, çalışkan bir insandı. Ben tekrar Enstitü'ye gittim. Enstitü'ye kesinlikle Kırım Tatarı almayacaklarını söylediler. Biz de mecburen Taşkent'den ayrılıp Guryev şehrine geldik. Guryev'de ablam oturuyordu. Onun yanma yerleştik. İkâmet mecburiyeti olmayan kocam da Guryev'e rahatlıkla geldi. Fakat geldiği gün onu evden alıp götürdüler ve benimle evlendiği için sürgünler listesine kaydettiler. Oysa o, beş yıl boyunca Sovyet Hükümeti için savaşmıştı. Guryev'de on yıl yaşadık.
Süleyman Veli'ye 1954'te Komünist Partisi Üyesi ve asker olduğu için bazı imtiyazlar tanındı. O, istediği yere yerleşme hakkı aldı. Biz doğru Moskova'ya giderek Kırım Tatarları'na vatanlarına yerleşme hakkı verilmesini istedik. Kocam, 1954 yılından öldüğü güne kadar Kırım Tatarları için mücadele verdi. O'na çok eziyet ettiler. Yıllarca işsiz kaldı, emekli maaşını alamadı. KGB tarafından tutuklandı. Çok süründük. 1958'de evimizi satıp Kırım'a döndük. Bir yıl Kırım'da yaşadık. Fakat paramızla aldığımız evimizi elimizden aldılar. Bize Kırım'da yaşama izni vermediler. Çok mağdur olduk. Sonra ben mecburen Taşkent'e gittim. Elimizden her şeyimizi almışlardı. Yiyecek ekmek bulmakta bile sıkıntı çekiyorduk. Bize Taşkent'de iş vermediler. Katelnik'de iş verdiler. Ben iki yıl Taşkent'de kaldım ama devamlı takip edilip çok da baskıya maruz kalınca Katelnik'e gitmeğe mecbur kaldım. Çok bilgili, istidatlı, hatırı sayılır, mühim işler yapan biri olsa da Süleyman Veli de Katelnik'e gelip çalışmak zorunda kaldı. O, bir gün bize vatanımıza dönmemize izin verirler diye ümit ediyordu. Bu arada halkımıza çok yardım etti. Cemiyetin toplandığı yerlerde, cenazelerde açıkça çıkıp bu hükümetin bize yaptıklarını bir milletin tamamının hain kabul edilip yerlerinden, yurtlarından; evleri mallan ellerinden alınıp çırılçıplak sürülmelerinin insanlık tarihinde görülmeyen hadiseler olduğunu anlattı. O sıralar bizim halkımız üstünde çok büyük baskılar vardı. İnsanlar bu gerçekleri söylemeye korkuyorlardı.
Biz evimizden hür radyoları dinliyor, halka dış dünyada olanları anlatıyorduk. Saharov ve Grigorenko gibi insan haklan için çalışanlar evimizde misafir oldular.
KGB Süleyman Veli'yi çok takip etti. Huzurunu bozdu. Lakin, Süleyman Veli 1987 senesinde 82 yaşında ölene kadar hep Vatan Kırım için mücadele verdi.
Benim soy sopumdan kimse kalmadı. Çoluk çocuğum yok. Ben çok horlanıp eziyet çektiğim, hatta işkence edildiğim için sakat kaldım, pek çok hastalık sahibi oldum. Evim yok. Özbekistan'daki pek çok yaşlı Kırım Tatarı gibi ben de tek başıma kaldım. Emekli maaşım 4.000 ruble. Tabiî ki, bana yetişmiyor. Evimin telefonları dinleniyor, bizi takip ediyorlar. Kırım'a gelsem Kırım'da barınacak yerim yok. Komiteye gittim. Orada çalışanlar kolumdan tutup attılar.
Kırım Tatarları şimdi vatanlarında kendi Kurultaylarını yapıyorlar. Çok seviniyor gurur duyuyorum. Fakat, durum Kırım'da da çok zor. Orada çadırlarda yaşıyorlar, kurtlu su içiyorlar.
1931 yılında Gurzuf'da benzeri İstanbul'da olan bir cami vardı. O camiyi de yıkmışlar. Cami yıkan bir hükümetten ne bekleyebilir, ne ümit edebiliriz ki! Babamın mezarı Gurzuf'da idi, oraya gittim. Mezarlığın yerine çocuk sanatoryumu yapmışlar. O çocuklar nasıl çarpılmıyorlar bilmem. Oradaki görevliden mezarlara ne olduğunu sordum. Bana "Kemikler orada açıkta duruyor. İnsan kemiklerini orada görebilirsiniz." dedi. 1991 yılında orada bir kurban kestim.
Özbekistan da bize yardım etmiyor. Kerimov'a gidip taşınabilmemiz için yardım istedik. Kerimov, "Sizi kovmuyoruz oturun" dedi. Hiç bir yer bize yardım etmiyor. Özbekistan'da da, Rusya'da da, Kırım'da da bütün halkımız çok perişan bir durumdadır. İnsanlar Vatan'a dönebilmek için yok fiyatına evlerini sattılar, geldiler. O para da para değil. Şimdi evsiz barksız kimseden yardım alamadan kaldılar.
Emel Dergisi , Sayı:201 Mart - Nisan 1994, Sf. 23
- Gösterim: 1349
- Ayrıntılar
- Kategori: Sürgün Hatıraları
Bitmeyen Çileli Yıllar
Anlatan : Vasfiye İBRAHİM - Derleyenler: Safiye BELAL, Leyla ABDÜLREŞİT, İsmet YÜKSEL
Benim adım Vasfiye İbrahim. 1923 yılında Kuybışev rayonunun Adımçokrak köyünde doğdum. Babam, Hacı Halil Efendi'nin oğlu İbrahim Efendi, Zincirli Medreseyi bitirdi. Benim hayatım ve benim gibi binlerce Kırım Tatarı'nın hayatı, çilesi bitmeyen hayattır.
Yıl 1943, 15 yaşındayım. Köyümüzün gençlerini, hattâ eli silâh tutan bütün erkeklerimizi ya Almanlar, ya da Ruslar savaşmaları için götürdüler. Kime karşı? Ne için savaş yapılıyordu?... Babamı hasta olduğu için götürmediler. Bir kaç komşu kadın bizim evde kalıyordu. Çünkü evlerinde hiç erkek kalmamıştı. Babamı ve babam gibi köyümüzde tesadüfen kalmış erkekleri, genç, yaşlı demeden bütün kadınları; hattâ benim gibi yetişkin çocukları, sabah tan attıktan sonra Almanlar çalıştırmaya götürüyor, acımasızca çalıştırıyorlardı. O günlerde Almanların elinde kaç kişi öldü hatırlamıyorum. Gündüz Almanların yaptıkları yetmez gibi, kendimize yetmeyen üç dilim kuru ekmeği de geceleri dağlardan inen partizanlar elimizden alıyor, karşı gelen olursa evlerini yakıp, tekrar dağlara kaçıyorlardı. Herkes, her şeyden korkar olmuştu. O vakitler partizanlar bizim eve geldiklerinde 10 yaşındaki kardeşim ve ben annemin elini sıkı sıkı tutar, annemden medet umardık. Annemin ağladığını gördüğümüz zaman, biz de ağlamaya başlardık. Zavallı babacığım, ne kadar da çaresizdi. Ne yapacağını bilmez, odanın içinde bir sağa bir sola deli gibi dolanıp dururdu.
1944'te kış yeni yeni bitmeye başlamıştı. İşte o dönemlerde Almanlar bizim köyü bırakıp gittiler. Köyümüzün erkeklerinden bazıları köyümüze dönüp geldiler. Bazılarıyla Özbekistan'da karşılaştım. Kimisini de bu zamana kadar hiç görmedim. 17 Mayıs'ta kapımızın önünden kara kara kamyonlar, arabalar geçti. Biz onların neden buraya geldiklerini çok merak etmiştik. Her eve bir asker koydular. Eniştem Nafe'yi Ruslar iş ordusuna götürdükleri için, o gece bize Kokloz köyünden, yanında iki çocuğuyla Hüsniye teyzem geldi. Üç çocuğu evde kalmıştı. Bizim evde bekleyen asker teyzeme acımış olacak ki, teyzemi evine, çocuklarının başına gitmesi için çok zorladı. Ama niçin gitmesi gerektiğini söylemedi. Biz, o askerin neden öyle söylediğine bir anlam veremedik. Meğer o gece Kırım Tatar halkının kara gecesiymiş. Hiç unutmadım o kara geceyi. Kara toprağa girene kadar da unutmayacağım.
Tan atmak üzereydi. Dışarıda bir takım gürültüler duyuluyor, hiç kimse uyumuyordu. Herkes çok tedirgindi. Çok geçmeden büyük bir gürültüyle kapı vuruldu. Kapıyı babam açtı. Hiç bir şey söylemeden, babamın göğsünden itekleyerek içeriye askerler girdi. Bize bağırdılar, küfür ettiler, kudurmuş köpekler gibi sağlı solu dağıttılar. Kur'an'ın içinde 45 ruble vardı, onu aldılar, gözlerine ne güzel gözüktüyse onu aldılar. 10 yaşındaki kardeşimin yeni çizmelerini alıp bu bizim ayağımıza sığmaz diye dışarıya fırlatıp attılar. Ben korkup şaşırdığımdan, içinde en çok sevdiğim mavi gerdanlık olan kutucuğumu aldım. Askerin biri, yüzüme bir tokat vurup, elimden kutuyu çekip aldı. Annem ve teyzem yanıma geldi, üçümüz birden birbimize sarılıp hüngür hüngür ağlıyor, çocuklar da bizlere sarılıp ağlıyorlardı. Garip babam, ne yapacağını bilmiyordu. Sonra askerler, "Size 15 dakika müsaade, hazırlanıp kapının önünde bekleyin" diye bağırdılar. Acele etmemiz için tüfeğin dipçiği ile bizleri itekliyorlardı. Ben ne bulduysam çuvala doldurdum. Askerin biri o çuvalı bıçakla yardı, benim topladıklarımı sağa sola saçtı. Üstüme çabuk çabuk üç-dört entari giydim. Daha hiç bir şey alamadan vaktiniz doldu diye itekleye itekleye bizleri çıkardılar. Bizim horanta (aile) çıkana kadar, yukarı mahallenin ahalisini köy meydanına toplamışlardı. İnsanlar bir koyun sürüsünden farksızdı. Ağlayan kadınlar, çocuklar, çaresiz erkekler... Bunları yaşamayan anlayamaz. Allah düşmanımın başına vermesin. Büyük kamyonlar geldi. Babam, askerlerin başı olan adama gidip, hiç bir şey alamadığımızı, izin verirse eve gidip bir şeyler almak istediğini söyledi. Sonra bizi kamyona bindirip kendisi evden 1-2 kg. un, biraz yağ alıp geldi. Kamyon hareket etti. Ağlaya ağlaya Albat'a geldik.
Bizimle birlikte Belişa ağanın oğlu Seyitveli de vardı. Seyitveli savaşta Sovyet ordusunda başarılı olduğundan subaylığa kadar yükselmişti. O kamyondan inip, askerlere haksız yere zulmettiklerini anlatmak istedi. Bunun üzerine Seyitveli'nin rütbelerini sökerek kuşağına bağlı tabancasını kuşağıyla birlikte alıp, bizim arabamıza iteklediler. Bütün halkı Bahçesaray stadyumuna topladılar, insanların toplanması bittikten sonra oradan tren istasyonuna götürdüler. İnsanların arasında çeşitli söylentiler çıkmıştı. Kimi bizi götürüp toplu halde öldürecekler, kimi çalıştırmaya götürüyorlar, kimi bizi sürgüne götürüyorlar diyorlardı. Herkes bir şeyler söylüyordu. Ama hiç kimse nereye niçin gittiğini bilmiyordu. Rus askerleri bizi insan gibi değil, uzaydan yeryüzüne yeni gelmiş zararlı yaratıklar gibi görüyorlar, ağza alınmayacak küfürler ediyorlardı. İstasyonda, daha bir çok köyden tanıdık insanlarla karşılaşıyorduk. Ben, çocuk aklımla köy mollasının mahşer yerini anlattığı günleri hatırlıyor, herhalde biz mahşer yerindeyiz diye düşünüyordum. Çünkü Molla efendinin dedikleri oluyor, hiç kimsenin kim-seve faydası dokunmadan başlarının çaresine bakıyorlardı. Rus askerleri ise gözüme cehennem zebanileri gibi gözüküyordu. Ama, bu kundaktaki bebeklerin ne günahı vardı diye düşünüyor, sonra da Allah'a, kötü şeyler düşündüm diye affetmesi için dua ediyordum. Tren geldi, yanımıza yanaştı. Vagonlarda daha önce hayvan veya mazot taşındığı, gübre ve mazot kokusundan belli oluyordu. Kara bahtlı halkımızı ite kaka hayvan ve yük vagonlarına balık istifler gibi doldurdular. Bizim köyün ahalisinin bindiği vagonlarda hiç yer kalmamıştı. Onun için bizim aile Kalımtay ve Topçuköy köylüleri ile aynı vagona bindi. Vagonda ayak basmaya yer yoktu. Hepimiz bindikten sonra askerler vagonun kapısını kapattılar. İçeride, karanlıktan birbirimizin yüzünü tanıyamıyorduk. Ben annemin elini hiç bırakmadım. Kardeşim babamın yanında, teyzem ve çocukları da bizim aramızda duruyordu. Vagonun içi o kadar doluydu ki, herkes oturamıyor, güçlü olanlar sırasıyla ayağa kalkmak zorunda kalıyordu. Kemiklerimiz sertleşti, bütün gücümüz tükendi. Açlıktan ne yapacağımızı bilmiyorduk. Tuvalet ihtiyacımızı insanların üstüne basa basa vagonun bir köşesine gidip yapıyorduk. Artık hiç kimse kimseden utanmıyordu. Vagonumuzda kaç kişi öldü, artık sayamaz olmuştum. Ağlamalar, iniltiler, o iğrenç kokular arasında nasıl aklımı yitirmedim hâlâ şaşıyorum.
Hiç durmadan iki gün mü, üç gün mü bilmiyorum; kaç gün gittik? Vakit kavramını kaybettiğimiz zaman tren durdu. Kapılarımız açıldığında yolculuk bitti zannettik. Ama bitmemiş... Askerler vagonların kapağını açtılar. Yemek pişireceğimizi, ama tren vagonuna zamanında binmezsek burada kalacağımızı bağırarak bildirdiler. Zavallı insanlar... Kimisi ölüsünü gömmeye çalışıyor, kimisi iki taşın arasına çalı çırpı koyup aş pişirmeye çalışıyor, yetiştirirse yetiştiriyor, yetiştiremezse dağın başında kalıyordu. Analar babalar yavrularını kaybettiler. Günahsız yavrularının ölüsünü gömemeden, dağın başında kurtlara, kuşlara yem olarak bıraktılar. Bu böyle günlerce devam etti. Vagonumuz yolda kalan ve ölen insanlardan sonra nispeten boşalmıştı. İnsanlar bitlendi, kurtlandı... Zâlim yolculuk bittiğinde, Özbekistan'ın Semerkand şehrine getirdiler. Suçumuz bitmemiş olacak ki, yeni işkence metotları burada başladı.
Önce bizi hamama yıkanmamız için götürdüler, sonra gece Putnik-Kaytaş'taki kömür ocağına çalışmak için getirdiler. Bir hafta, üstü açık çukurda yaşadık. Oradan da havuç tarlasına götürdüler. Havuç tarlasında çadır kurmamız için 10 metre çadır bezi, iki âdet demir çubuk verdiler. Özbek halkı ilk günlerde bizim yanımıza hiç yaklaşmıyor, veba hastalığı var gibi bizi gördükleri yerde kaçıyorlardı. Hem çadırda yaşıyor, hem çalışıp para kazanıyor, hem de ev yapmaya çalışıyorduk. Hükümet bizlere ev yapmamız için 2500 gümüş kredi verdi; 5000 gümüş geri aldı. Bizim ev iki ay içinde bitti. Ama yaptığımız evin tavanı toprak olduğu için, bütün bir kış su içinde yaşadık. Topraktan, oturmak için sedirler yaptık. Bana iş elbisesi verdiler. O elbiseyi gündüz giyiyor, gece ise minder olarak kullanıyorduk. Biz ev yapmaya başladığımız zaman, Kırım'dan bizimle gelmek zorunda olan teyzem diğer üç çocuğunun Sîr-i Derya oblastı Bayaut köyünde olduğunu öğrendi. İki hafta içinde kaynanasını ve çocuklarını bulup geldiğinde perişan durumu daha da perişanlamıştı. Trende on yaşındaki oğlu Niyazi, daha sonra da kaynanası ölmüş. Çok geçmeden oğlu Fevzi, iç burma hastalığından öldü. Hasat sonu idi. Tarlalara gidiyor, toprak üstünde kalmış tek tek arpaları gizli gizli toplayarak kendimize yiyecek bulmaya çalışıyorduk. Bir gün teyzemin oğlu Hikmet, arkadaşları ile arpa toplamaya gitmişlerdi. Ufak torbalarına birer birer arpa koymak istiyorlardı. Fakat o sırada at üstünde ekip başı ve tarla bekçisi gelince kaçmaya başlıyorlar. Arkalarından yetişen ekip başı, küçük Hikmet'e atın tekmesiyle vurarak yere düşürüyor. Sırf karınlarını doyurmak amacı ile arpa topladıkları için, yavrucağızı kırbaçla vura vura oracıkta öldürüyorlar... Teyzemin kızı Halide de hastalanıp öldükten sonra, zavallı teyzeciğim, beş çocuktan yalnız Halife'yle kaldı.
Yaşadığımız yerde, ismimizin bulunduğu bir deftere, her ay gidip imza attık. Eğer izinsiz bölgeden çıkacak olursak; ya da imzamız olmazsa ceza olarak 20-25 yıl Sibirya'ya tekrar sürgüne gönderiyorlardı. Onun için korkumuzdan muhakkak imzaya giderdik. Hastalansak, bir köyden diğer köydeki hastahaneye gidecek olsak, izin almak için bir hafta sürünürdük. Bu çölde yaşamak biz Kırım Tatarları için çok zor geliyordu. Kırım'ın bağına, bahçesine, taşına, dağına, beyaz toprağına, suyuna hasret çeker olmuştuk. Her günümüz Kırım yırlarıyla, maneleriyle, çınlarıyla geçer olmuştu. Elimize Kırım'dan gelen su geçtiğinde, çoluk-çocuk, genç-yaşlı hepimiz bir araya gelir sanki zemzem suyu gelmiş gibi, herkese yetsin diye yudum yudum içer ağlaşırdık.
Bu kadar şeylerden sonra, siz suçsuzmuşsunuz dediler. Sanki bir suçumuz varmış gibi... 1977 yılında Kırım'a geri döndük. Bizi Kırım'a sokmadılar. Büyük mücadeleden sonra nihayet Kırım'a girebilen şanslı ailelerden olduk. Fakat vatan, bizim vatan, Kırım Tatarlarının vatanı, ama insan başka insan. Kendi evimize gittik, yıkılan yerlerini saymazsak bıraktığımız gibi duruyordu. İçinde Rus ailesi oturduğu için biz sadece uzaktan bakabildik. Camilerimiz yıkılmış, sanki Tatarlar gitti diye çaylar küsmüş kurumuş... Altı yıl Kırım'da, kendi vatanımızda oturma izni alamadık. Yeni yaptığımız evimizi yıktılar. Yenisini yaptık. Yine yıktılar, yine yaptık. Elektriği kestiler, aylarca elektriksiz oturduk. Vurdular, yıktılar... Ama olsun her şeye rağmen vatanımızdaydık ya... Bugün eski günlerimize baktığımızda biraz daha rahatız. Allah'a çok şükür olsun bu günleri de gördük.
Halkımıza bu kadar acı çektirenlerin cezalarını Allah versin.
Emel Dergisi , Sayı:208 Mayıs - Haziran 1995, Sf. 29
Not: 1943'te 15 yaşındayım dediği için 1928 doğumlu olması gerek. (Site Yöneticisi)
- Gösterim: 1675
- Ayrıntılar
- Kategori: Sürgün Hatıraları
Ömrümün Acı Sayfaları
Anlatan : Umuş REŞİTOVA - Hazırlayanlar: İsmet YÜKSEL, Safiye BELÂLOVA
1923 yılında Sudak'a bağlı Souksu köyünde doğdum. 1931 yılında okula başladım. 1935 senesinde ise Sudak ortaokuluna girdim. Biz o vakitler Souksu köyünde oturuyorduk. Sonra Taraktaş'a taşındık. Taraktaş'da öğrenci yurtları vardı. İlk zamanlar yatak, yemek ve okul ücretsiz idi. Sonradan yatak için de, yemek için de ve hatta okul için bile para almaya başladılar. Rahmetli babam kolhozda çalışıyordu. Kolhozlara aylık yerine az az yemek için erzak veriyorlardı. Bizler evden okula para olmadığı için yayan gitmek durumundaydık (Taraktaş-Sudak arası yaklaşık 14 kilometredir). Ben daha sonra maddî sıkıntılar yüzünden okuldan ayrılıp, Küçük Taraktaş kolhozunda sekreter olarak çalışmaya başladım. Ama bir müddet sonra ortaokulu bitirip Yalta'daki öğretmen okuluna girdim. 1941 senesi savaş başladığında ben Yalta'da idim. Savaş olduğundan dolayı, okulu bitirmeme rağmen diploma alamadım. Benimle beraber Otuz köyünden Sultaniye Veliyeva ve S. Seytmemetov da vardı. İşte savaş hayatına böyle başladım.
Büyük ağabeyim Celâl Ablâlimov savaşa gitti. Diğer kardeşim Ablâmit de savaş başladığında askerdeydi. Ondan mektup aldık, Gomel şehrinde imiş. O orada ebediyete kadar kaldı. Kırım ise Alman ordusunun işgali altındaydı. 14 Nisan 1944 senesi Sovyet Ordusu Kırım'a girdi. Her bir köyden bilgili kızları topladılar. Beni de o kızların arasına aldılar. Sonra hepimizi değişik yerlere dağıtarak halkın listesini yaptırdılar. Halka sorulan sorular şunlardı: Adın, soyadın, yaşın ve milletin. Biz nereden bilebilirdik bu hazırlanan listelerin bizim Kırım Tatar halkının kara yazılı günü için olduğunu?
18 Mayıs 1944'de sabah saat 4'de kapılar çalındı. İki er ve bir subay bizleri uykudan uyandırıp, üstümüze ne giyebildiysek öylece bizi tekme-tokat silâh zoruyla evimizden dışarıya çıkardılar. Kamyonlara doldurup Kefe şehrine götürdüler. Bindiğimiz kamyonları geri geri sürerek istasyonda duran hayvan vagonlarının kapısına yanaştırıp, aşağıya inmemize müsaade edilmeden kamyondan doğruca trene bindirildik. Onların gözünde bizler insan değil, hayvan gibiydik. Vagonun içi hayvan pisliğinden cıvık cıvıktı. Vagon ağzına kadar silme dolduktan sonra kapılar kapatıldı ve on iki gün sonra Rusya'nın Gorkiy (Nijniy Novgorod) bölgesinde açıldı. İki vagon Kırım Çingenelerini orada şehrin ortasına bıraktılar. Çünkü onlar çalışmazlardı. Bizi de Gorkiy bölgesi Pravdinsk kâğıt kombinesine bıraktılar. Balıkino denilen yere de iki vagon adam götürdüler. Savaştan sağ kalan Seferov ve bazı Kırım idarecilerini Volga tarafına derin dağlar içine götürdüler. Bir daha onlardan haber alamadık. Kâğıt kombinasının adamları yaşımızı, mesleğimizi sorup sabaha kadar bizi bilgimize göre işlere dağıttılar. Açıkta hiç kimse kalmadı. Yaşlı, genç, çocuk hepimize bir iş buldular. Ben öğretmen olduğumdan bana masa başında iş yazmışlar. Aylığımı sordum, "600 ruble ve 450 gram ekmek" dediler. O zaman ailemiz babam, annem, ben, Ayşe kardeşim (Şimdi Taraktaş köyünde oturuyor) ve Settar kardeşimden (rahmetli oldu) oluştuğu, yani kalabalık olduğu için aylığı çok olan ağır bir iş istedim. B.eni selüloz atölyesine aldılar. Orada cepheye kâğıt hazırlıyorlardı. Fakat orası sağlığa çok zararlıydı. Oraya ilk girdiğim günlerde devamlı hap-şınyor, gözlerimden yaş geliyordu.
Asan kardeşimi de Almanlar işgal sırasında orduya hizmet için götürmüşlerdi. Aradan yedi yıl geçtikten sonra gelip bizi buldu (1989'da Asan kardaşım Vatan Kırım'da vefat etti). Sudak şehrinde yaşayan bir insanperver Rus arkadaşım bana mektup ve iki küçük paket yolladı. Bu da hatıralarımın bir köşesinde daima duruyor.
Bir müddet sonra insanlar, yapılan eziyetlere dayanamayıp kaçmaya başladılar. Ondan sonra fabrikanın idarecileri biz Kırım Tatarlarına kumandanlık rejimi koydular. Ayda iki defa işlerimizi bırakıp kumandan gözetimi altında gidip imza atıyorduk.
1956 senesi biraz gevşeme oldu. Beni imza atmaya götürmemeye başladılar. Bilâhare Özbekistan'a gittim. Rahmetli eşim savaştan sonra Taşkent'de okumuş. Savaş başladığında orduda yemin merasiminden sonra cepheye götürmeyip İran'dan gelen çekirge sürüsünü kovmaya göndermişler. Sonra cepheye gitmiş, oradan da sağ-salim dönmüş. Savaşta General Berzarin'in alayındaymış. İlk onlar Berlin'e girip bayrak çekmişler. General Berlin'e girdiğinde sevinip motosikletten düşüp ölmüş.
Bizler acı ve uzun sürgünlük yıllarından sonra Vatan'a dönmeye muvaffak olabildik. Pek çoklarımız bu günleri göremeden sürgünde son nefeslerini verdiler. Neyse bu günümüze de şükür, daha beterinden Allah saklasın. Allah evlâtlarımıza Vatan Kırım'da ilelebet yaşamayı nasip etsin. Biz göremeyiz belki ama, inşaallah evlâtlarımız Tarak Tamgalı Gökbayrağımızı göklerde görürler. Amin.
Emel Dergisi , Sayı:211 Kasım - Aralık 1995 , Sf. 23
- Gösterim: 1386
- Ayrıntılar
- Kategori: Sürgün Hatıraları
Sürgün Faciasından
Anlatan : Rıdvan MUSTAFA - Hazırlayan: Neşe SARISOY
1923 yılında doğdum. Babam Çarlık Rusyası'na askerlik yapmamak için Türkiye'ye kaçmış ve orada üç yıl yaşamıştı. Üç yıl sonra Türk pasaportu alarak Kırım'a dönmüş. Kırım'da 1929 yılında ailemiz "Kulak" yani zengin ilân edilerek mallarımıza ve eşyalarımıza el kondu. Altı yaşındaydım ve eşyalarımızın arabalara doldurulup götürülmesi gözümün önünden hiç gitmez. Babam kaçak olarak Moskova'ya gitti ve Türkiye Büyükelçiliği'nden Türk vatandaşı olduğumuza dair belgeler getirdi. Böylece mallarımıza ve eşyalarımıza Sovyet hükümetince el konulamayacağını söyleyerek mallarımızı geri talep etti. Yalnızca bir ineğimizi geri alabildik. Bu olaydan sonra babam çok yaşamadı. İki yıl sonra 47 yaşında öldü. Biz üç çocuk yetim kaldık.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman işgaline giren Kırım 1944 baharında Kızıl Ordu tarafından geri alındıktan sonra, Akyar'da savaşan askerler dinlenmeye köyümüze gelmişlerdi. Bazıları bizim evde yaşıyorlardı. İçlerinde subay olanı bir Kazan Tatarı idi. Ben genç olduğum için onunla oturup uzun uzun sohbet ederdik. Adı Zakir'di. O günü akşam üzeri eve geldi. Sıkıntılıydı. Köyde askerler evleri dolaşıp tespitler yapıyorlardı. Önce bu yazıcılardan söz açtı, sonra, "Sana bir sır vereceğim. Çok gizli bir şey söyleyeceğim. Sizi yarın sabah erkenden Kırım'dan çıkaracaklar, sürgün edecekler" dedi. İnanmadım. Evdekiler de inanamadı. O gece nöbeti olduğunu ve gece evden ayrılacağını, bizim uzun bir yolculuğa hazırlanmamızı söyledi. Gece üç civarında evden ayrılırken yine hazırlanmamızı, yola dayanabilecek gıdalar almamızı söyledi ve çıkıp gitti. O gittikten bir-bir buçuk saat sonra, tam derin uykuya dalmak üzereyken kapımız dövülmeye başlandı. Kalkıp kapıyı açsak, iki asker karşımızda. "Hazırlanın! Çabuk hazırlanın! 5 dakika mühlet size!" diye bağırdılar. Uyku sersemi bir şey anlayamadık. Bunun Sovyet Hükûmeti'nin kararı olduğunu, sürgün edildiğimizi, Kırım'dan kovulduğumuzu söyledi askerler.
Evimizin yanında bir mezarlık vardı. Bütün köy halkını oraya topladılar. Daha sonra kamyonlara doldurarak Bahçesaray'daki Süren istasyonuna getirip, hayvan vagonlarına yüklediler. Vagonlar yetmeyince, tahtalarla vagonları bölerek ikinci bir kat yaptılar. Kapıları kapatıp, üzerine de tahtalar çaktılar. Vagonlar pislik içerisindeydi. Vagonlar yola çıkınca, köyümüzden Meryem adlı bir genç kız yır söylemeye başladı. Yırın sözleri, Meryem'in sesi, sesindeki acı ve isyan, korku ve endişe, vatan sevgisi ve vatana dönüş ümidi, halkımızın hislerini dile getiriyordu. O ses ne zaman sürgünü hatırlasam, sadece kulaklarımda değil, kalbimde beynimde tekrar tekrar söylenir durur. Meryem'in yırıyla ağladım, vagondaki herkes ağladı, halkımız ağladı.
Tam 24 gün yol gittik hayvan vagonlarında. Bizleri Semerkand şehrinin istasyonuna getirip döktüler. Yolda ölenlerimizi gömemedik. 24 gün değil 24 yıldı o yolculuğumuz. Sonra köylere, kolhozlara dağıtıldık. İşe yarayanlarımız, esir pazarındaki gibi seçilip, çalışmaya götürülüyordu. Ahırlarda, toprak altlarında, kovuklarda yaşadık. Bir taraftan karın tokluğuna çalışıp, yaşamımızı sürdürürken, diğer taraftan evlerimizi kurmaya başladık. 22 yıl çalıştım, 22 yıl hizmet ettim Özbekistan'a. 1959 yılından itibaren millî hareketimize iştirak ettim. Şehirlerde, köylerde kasabalarda çeşitli vesilelerle toplanır, Vatan'a dönmek, uğratıldığımız haksızlığı gidermek için neler yapmamız gerektiğini konuşur, halkımız arasında Millî Hareket'in güçlenmesi için çalışmalar yapardık. Özbekistan'da kazandığım her şeyi Vatan yolunda harcadım. 1975 yılında Kırım'a döndüm. Kendi adımıza aldığımız evlerin mülkiyetini resmen üstümüze almamıza izin vermedikleri için, bir komşum adına ev aldım. Anamla kızımı getirdim ve kendim de iki yıl sonra Kırım'a göç ettim. Bizlere yıllarca Kırım'da oturma ve çalışma izni vermediler. 1979 yılında eşim, ondan yedi ay sonra da 31 yaşındaki oğlum vefat etti. Küçük kızımın çocukları ilkokula başladığında halâ oturma izni vermemişlerdi. Torunlarımı okuldan çıkarıp, kızımı üç gün tutukladılar. Daha sonra onları polis nezaretinde Kırım dışına sürgün ettiler. Altı defa Moskova'ya gittim, müracaatlar yaptım. Söyledikleri, "Siz Kırım Tatarısınız, sizlerin Kırım'da yaşama hakkınız yok" idi. Evimize sürekli polis gelir, tutanaklar tutar, sorgular, Kırım'ı terketmemiz için baskı yapardı.
Şükür şimdi Vatan'da 250,000 kişi olduk. "Niçin bu kadar sıkıntı çektiniz, mücadele ettiniz?" diye sorarsanız, Vatan sevgisi derim, Vatan borcu derim. Aksi halde çocuklarımız, torunlarımız bizden hesap sorarlardı. "Suçsuz olduğunuza, haksız yere sürgün edildiğinize göre, neden hakkınızı aramadınız? Neden Vatan'a dönmek için mücadele etmediniz?" derlerdi.
Emel Dergisi , Sayı:209 Temmuz - Ağustos 1995, Sf. 26
- Gösterim: 2365